Suzan Samancı’nın Payîz’i
Suzan Samancı’nın son Kürtçe romanı “Payîz an jî Ziyab/Sonbahar ya da Sonbahar” içerden sesleniyor, karnından konuşmuyor. Samancı’nın yazın dünyası/edebiyatı nedir sorusuna tüm içtenliğimle başat rolün “sonbahar” da olduğunu söylerim. Hem Türkçe de hem de son iki Kürtçe eserlerinde Payîz’i görürüz. Sürekli yaprak döküyor. Dökülen şiddettir, lakin sert değildir kulağa gelen ses. Bu kurgunun tavanı Payîz ise tabanı şiddettir. Dökülen o yaprakların her birimizin de yaşadığı çetin bir savaştan sonra dökülenlerdir. Sonbaharla imlediğimiz hüzün, içe dönme ve çoğu kez içerdeki kaosla başa çıkma hallerinin dışa-vurulduğu sessizlik. İçerde kopan tufanın, gerilen bir derinin içinde hapsolmuş duyguların imleyişidir. Duygunun dile tahriki ve saldırısı, öfkenin dilde keskinliğinin işaretlerinden sadece biri. Sadece sonbahar değildir içerden döktükleri, olan bitenin ya da olacakların bir muhasebesidir de aynı zamanda. Hesaplaşmadır. Yüzleş(tir)menin cesareti ve dinamiğini sağlayan, içeriğin çekirdeğini oluşturan şüphesiz kimlik ve onun etrafında şekillenen ögeler bütünüdür.
En üste durup sallanan kadın kimliğidir, Kürt kimliğidir, sürgün kimliğidir ya da “mülteci” kimliğinin anlattıklarıdır. Kadının erk karşısında, baba karşısında konumladığı yerden Payîz’in sesini duyuyoruz. Payîz romanın başkahramanı, edebiyat öğretmeni, işinden atılmış ve göç yollarında nefesi kesilmiş ama sıkılı yumruğunu gevşetmemiş bir kadındır. Verilen savaşın iç dinamiklerini dinleyeceğiz, misafir olduğumuz yerde çoğu kez gerçekliğimizi ve bize ait olanı Payîz’in dilinden dinleyeceğiz. Aynayı tutan el bizim elimiz, karşısında duran da bizim suretimiz. Bazı zamanlarda dışarıya taşan, esasında kendine döndükçe içerden dışarıya yansıyanı hissediyoruz. Hakikatle kurgunun isyanını okuyoruz. Acı mı, haksızlık mı, heveslerin kursakta kalışı mı? Arzu edilenin karşısında diklenen ya da acının, öfkenin etrafında dönüldüğü, en nihayetinde hesaplaşmanın kışkırttığı intikam mı?
Dörtnala koşmayan, çoğu kez rahvan giden ve uzun bir içe dönüş yolculuğunu da yürüyerek aşıyoruz. Bazı edebi eserlere istesek de yetişemiyoruz, anlatıcının üslubu buna izin vermiyor. Samancı bu romanında yavaş ve sağlam adımlarla roman kişilerinin tuzağına düşmeden bunu yapıyor. Payîz öfkeli ve şiddete meyilli bir karakter ve onu kontrol etmek ayrı bir sabır ve çaba gerektiriyor. Anlatım tekniği roman kişilerini başından sonuna kadar bir hizada tutuyor. Bazı zamanlar ve durumlar karşısında –modern romanlarda karakter özelliklerinden bireyselliğin özerkliği- karakterlere alan-zaman da bırakıldığını not düşelim. Payîz yavaş ve sabırla işlediği “varolma”yı sert inişlerle ve hızlıca yükselen duygu durumlarıyla toplumun ruh halini kendinden yola çıkarak veriyor. Payîz bir döngünün içinde hesaplaşmak istiyor. Kahramanımız kendi şahsında kadınlara yaşatılanların hesabını sormak istiyor.
Suzan Samancı 2015 yılında “Ew jin û mêrê bi maske” eseriyle “eve dönüş” yolunu arşınladı. Hatırımdadır, yazarın ilk Kürtçe eserini bitirdiğimde üslubuyla ve cümle yapısıyla gergindi. İlk romanında içini ferah ferah dökemediğini not almıştım. Her zaman dile getirdiğimiz gibi ilk elin günahı olmazdı, olamazdı. Her şeyiyle ortadadır. Kurgunun, yaratının verdiği endişe yazarı ilk romanında köşe sıkıştırdığını ikinci romanından bunu çıkarabiliriz. Heyecan ve sıkı tutuş gelecek olanın izlerini de veriyordu bize. Yazarın anlattıklarının nereye varacağının ipuçları veriyordu. Samancı dokuz yıl aradan sonra ikinci Kürtçe romanı olan “Payîz an jî Ziyab” Avesta Yayıncılıktan Kürt okurlarına merhaba, dedi. Son romanın izleklerini, bağlamının üzerine düşününce yazarın eserlerinin birbiri ile olan sıkı bağlantısını kadın karakterlerle görüyoruz. Romanları arası da bağlantıyı güçlendiren ve köprü olan kadın karakterlerin varlığıdır.
Romanın çekirdeği kadın ve yaşamıdır. Çekirdeğin çeperinde ise hepimizin yaşamından bir parça, belki bir kesiti hatırlayacağız. Romanın bir hafızası var, geçmişle -baba özelinde- yüzleşmenin verdiği tanıklıkla. İçeriden sürdürülen tartışmanın uzlaşmaz tavrı, sürekli ikircikliği “olsun mu olmasın mı” noktasında monologlara devredilen hakikat hafızayı tetikliyor. İçerde oluşan stresin bir süre sonra şiddete evirilişi ya da soyut şiddetin ilk dışa-vuruşları görünürdür. Bunu takibe aldığımızda duygu geçişleri mekânsal olanla eşdeğer bir paralellikte hatta mekanlara açılan kapının anahtarı. Öfkenin kontrolü Payîz’in ellerinde ve bu yine mekânsal olarak değişkenlik gösteriyor. Gün içinde kaç defa gördüklerimizle, izlediklerimizle duygu değişiminin hızı toplumu bir bütün olarak büyük hastalığa doğru adım adım derinleşiyor. İki kelime Kürtçeye tahammülü olmadığını açıkça dile getiren sistemin zavallı gücüne maruz kaldığımız günlerdeyiz. Buna karşın estetik ve cesur bir direnişe de tanıklık ediyoruz. Tartışılması ve sürekli gündem de kalması iyi bir uyarıcı olarak bakmaktan geri durmuyorum. Dün motivasyona darbe iken bugün motiveyi harlayan olmuştur. İşte bunun için “zaman” hızdır ve kısadır. Son günlerin mottosu olarak söylersek: seni yok sayacaklar sen daha fazla var olacaksın!
Malumunuz son aylarda Kürt diline ve kültürüne yönelik saldırıların gözle görünür şekilde arttığını hep birlikte izledik. Bu bağlamda yazar bir arkadaş uzunca bir e-mail göndermişti. Mailin sonunu şöyle bitiriyordu; “Voltaire’in Candide romanının sonunda bahçıvan dediği gibi kendi bahçemizi yeşertelim.” Bahçemiz yeşeriyor, çeşitleniyor, köklerinden aldığı güçle her geçen gün yükseliyor. Samancı da yeşeren, büyüyen ve yükselen bahçesine bir fidan dikiyor, can suyunu taşıyor, çapasını yapıyor. Bunu görüp deliye dönen, bahçeyi talan etmek, kökünden sökmek, üstünden dozerlerle, tanklarla geçmek arzusunu taşıyanlara mutlak cevaplardan bir cevaptır Payîz an jî Ziyab. Dile olan dönüş belli ki birilerini fena ürkütüyor, hatta titretiyor. Öyle anlaşılıyor ki yapılan üretimler birilerinin rüyalarını kâbusa çeviriyor, o vakit o bahçeyi korumak özgürlüktür, direniştir, var olmanın diğer adıdır.
Romana dönersek;
Payîz an jî Ziyab içine dönük olduğu kadar içinde beslediği öfkeyi törpüleyerek, yumuşatarak ve en nihayetinde estetikle buluşturması; öfkeli bir roman savını bertaraf ediyor. Cırtlak bir öfkeden bahsetmiyorum, ağır ve haklı bir öfke. İçerden başlayıp içerden tamamlıyor bütününü. Roman, geniş bir yelpaze olan toplum ve aile sorunsalını, çatışmasını minör edebiyatın nimetleriyle işlemesi dar bir alanda geniş manevralardır. İçerden bilgilendiriyor, durduğu yerden sübjektif sesleniyor. Payîz an jî Ziyab sübjektiftir, kadın cephesinden olan bitenin içerden seslenişidir.
Payîz denilince ölümsüz şairimiz Generale Payîzê’ye selam vermeden geçmek haksızlık olur; “Sonbaharım yaradır ve her demdir..”. Payîz’in sonbaharı da hep yaradır ve her demdir. Payîz ve annesinin uzun bir yolculuktan sonra demokrasinin işlediği Avrupa kapılarına yürüyüşü gibidir yarası. Payîz hesaplaşmanın peşindedir. İlk savaş babayla başlar annenin dayanışmasıyla yürütülür; “kan emici babamı kendi ellerimle öldürdüm, yüreğimin acısı dinmedi! Yeniden doğmuş gibiydim!”[s.87]. Dilini kültürünü bilmedikleri bir ülkede hayata tutunmak, orada yeniden başlamak, eziyet ve işkence dolu bir yürüyüşten sonra açılan kapılarda biraz soluklanmak isterken, yeniden başlayan hayatın tüm zorluklarıyla başa çıkma, memleket özlemi ve kültürel çatışmanın izlerini okuyacağız. Payîz babanın gerici yaklaşımı, işkencesi ve yok sayılmanın verdiği öfkeyle anlatıyor yaşadıklarını; “Evi bilgilendirdim, annemle konuştuğum zaman, babamın sarhoş sesi geliyordu, ‘ben hangi diploma törenine geleceğim? Sanki bana avukatlık veya doktorluk diploması alıyor!’ o vakit sanki bir hançerin bana değişini hissettim, ağlamak istedim fakat ağlayacak gücüm de yoktu. Zavallı annemin sesini duydum, yalvarıyordu gitmek için lakin sütü bozuk babamın diyordu ki, ‘otur oturduğun yerde yaşlı kadın sen ne anlarsın diploma töreninden!’ ”[s.77]. Ataerkil toplumlarda olacak ve olması çok güçlü bir replik okuduk. Kürdistan’da kadınlara ve kız çocuklarına yaşatılanlardan sadece birini okuduk. Kürt kadın romancılar gerçekleri anlatmaktan gram geri adım atmayışı verilen mücadelenin başarıya ulaşması adına motivesi ve yükselen enerjisiyle umut doludur. Sanat eserleri bize aynadır. Her Kürt kadın romancının işlediği konular esasında bizim net görünen aynamızdır. Samancı yaşadığı toplumun ve coğrafyanın ürettiği karmaşa ve kaosu Payîz’in yüreğinde nasıl karşılık bulduğu, çaresizliği, çare arayışını ve çözümlerin hep ölü doğuşu; bitmeyen ve sürekli doğurmak zorunda kalan bir döngüyü hatırlatıyor. Son vermek istemiyor uğraşıyor, didikliyor, varlığın orada olduğunu ve bunun ona sonuç olarak dönüşü şüphesiz hazzıdır.
Üslubun inceliklerine, anadilin derinliklerinden gelen rahatlık yazarın elini daha da hafifletmiş. Yazarın edebiyata başlangıcı şiirle, şiirde dildir ve onunla keyifli keyifli oynamaktır. Yazar dil oyunlarına aşina günlük hayattan gelen kalıplar ve deyimlerle oynayışı buna bir örnektir. Romanın alt yapısında şiirsel söylemin hakimiyeti azımsanmayacak kadar belirgin. Sürekli vıcık vıcık dram ve trajediye bulanmış nefes kesen şiirimsi bir üsluptan bahsetmiyorum. Karakter ne zaman isterse o vakit şiirsel geçişler oluyor. Payîz’in de sürekli şiirimsi duygulara pek zamanının olmadığı görecektir. Kurgu ve gerçeklikle, hayal ve bilincin yan yana sert bir zeminden imleyişi bizi radikal feminizmin kodlarına vardırıyor. Romanın feminist damarından çok, direk hakikatin içinden gelmesi feminist kodların üstünü örtüyor. Yazıldığı dile vakıf, inceliklerine daha fazla hâkim oluşunu; ilk roman ve son romanı arasındaki dilin kullanışında saklı.
Payîz okuyan, düşünen, politik bilinci, eleştirisel yaklaşımı ve her şeyden önemlisi özgürlüğün, kendi olmanın verdiği gücü sonuna kadar ileriye götürüyor. Payîz hesaplaşmayı okuyarak, üreterek ve karşı durarak kendin olma yolunda verdiği mücadeleyi şiirsel bir öfkeyle taçlandırıyor. Samancı son romanıyla kendi anadilinin bahçesine öfkeli bir meşe ağacının fidesini dikmiştir. Bu fide çocuktur, kadındır ve mücadelecidir.